Ölüm Kaynaklı Travmalar

   Hayatımız hem mutlulukların hem de acıların yan yana yaşandığı bir süreçtir. Bu süreç boyunca iyi kötü bir sürü yaşanmışlıklar geçer başımızdan. Bazı olumsuz süreçlerin bizde bıraktığı izler zamanla kaybolup giderken, bazıları daha derin tesirler bırakır hem üzerimizde hem de hayatımızda. Bu derin tesir bırakan süreçlerden birisi de “sevilen bir insanın kaybıyla” ortaya çıkan travmadır. Kişiye karşı hissedilen sevginin derinliği ne kadarsa, ölüm kaynaklı travmanın etki derinliği de bir o kadar fazladır. Birçok ölüm kaynaklı travmanın insandaki tesiri sadece sevgi derinliğinden kaynaklanmamaktadır. Bazı özel durumlarda; ölümün ve kaybın verdiği acı ile kişinin yaşadığı başka bir olay birleştiğinde, travma sadece ölüm kaynaklı bir sorun olmaktan çıkıp başka bir travma türüne de dönüşebilmektedir. Bununla birikte ölüm kaynaklı travmaların iyileşmemesinin altında birden çok neden de bulunabilir. Bu birbirinden farklı nedenler ancak, seanslar boyunca derin bir analiz ile ortaya çıkarılabilmektedir. Mesela bir anne için evladının ölüm acısının üzerinden ne kadar yıl geçerse geçsin, genellikle ilk günkü tazeliğini korumaktadır. Bu tazeliğe o günkü şartlarda eklenen herhangi bir sebepse, bu travmanın etki çapını hayal edemeyeceğimiz kadar büyütmektedir. Bir ölüm kaynaklı travma başka travmalara dönüştüğü zaman, iyileşme süreci daha sancılı ve daha zorlu geçmektedir.

 

   Hayatımız irili ufaklı birçok travmaya maruz kalmakla geçmektedir. Bu travmaların hayat kalitemizi bozması; bizim o travmaya yüklediğimiz manevi ve psikolojik anlamlarla doğru orantılıdır. Bir vefat olduğu halde eğer travma ilk günkü acısından hiçbir şey kaybetmeden hala yıllar geçtiği halde içimizde canlı bir şekilde duruyorsa, o halde rahatlıkla o ölüm travmasının başka bir travmaya ya da travmalara dönüştüğünü ifade edebiliriz. Danışanlarımla bu zamana kadar yapmış olduğum çalışmalarda ölüm kaynaklı travmaların uzun yıllar boyunca başka travmalarla insanın içinde kaynaştığını gözlemledim. Bu iç içe geçmiş travmaların ayrıştırılması ve tek tek iyileştirilmesi gerekir. İnsanın normal hayat şartlarında yaşamına sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için, ölüm kaynaklı travmalarını kontrolü altında bulundurması şarttır ki; bunu da psikolojik destek almadan yapabilmesi çok zordur.

 

   Birçok vakada ölüm kaynaklı travmalarda kişinin o travmaya bilerek tutunduğunu gözlemledim. Bunun birçok nedeni olabilir. Ölen kişiye karşı geliştirilmiş aşırı vefa duygusu bunun başında gelir. Genelde bu durum anne çocuk ilişkisinde ortaya çıkmaktadır. Annelik içgüdüsü çocuğun vefatından kalan acıyı bilerek yaşatır ve anne de buna kendi iradesiyle izin verir. Bunun nedeni suçluluk duygusu değil annelik içgüdüsünün yoğun şekilde çalışmasıdır. Ayrıca ölen kişiyle vedalaşma gerçekleşmeden vefat meydana gelmişse, bu da ölen kişinin unutulmasını zorlaştırmaktadır. Bazı danışanlarımın “ölüsünü görmediğim için öldüğüne hala inanamıyorum” şeklinde ifadeleri, ölen kişinin ölüm hali içinde görülmesinin insanın psikososyal bir ihtiyacı haline gelebildiğini göstermektedir. Aynı durum kaybolmuş insanlara karşı da gelişmektedir. Kişi kaybettiği insanın ne öldüğüne ne de yaşadığına inanabilmektedir. Kaybolmuş insanların yakınları kaybettikleri insanlarla ilgili “bir gün çıkıp gelecek” ümidiyle olaya bakmaktadırlar. Bu durumda elbette ne ölmüş ne yaşıyor gerçeğiyle insanlar karşı karşıya kaldıkları için doğal olarak, bu kaybın verdiği acı, ölüm kaybının verdiği acıdan çok daha yoğun olabilmektedir. “Öldüğünü bilsem rahat edeceğim bir mezar taşı bile yok. Bulunan insanlar var o da bir gün çıkıp gelecek ve onunla kavuşacağız…” şeklinde bir ümide yıllarını vererek derin, yoğun ve bayatlamayan acılar çeken insanlar vardır.

 

   Ölüm kaynaklı travmaların insan içinde tutunmasının birçok sebebi vardır. Bunlardan bazıları olumsuz bir hukuk içinde iken karşı tarafın vefatı nedeniyle hissedilen suçluluk duygusu, karşı tarafın ölümüne neden olmakla ilgili kişinin hissettiği suçluluk duygusu, vefat eden kişiye karşı hissedilen sorumluluklar nedeniyle gelişen suçluluk duygusu; ölüm kaynaklı travmalarda suçluluk duygusuna bağlı olarak gelişen travmalardır. Kişinin kendine verdiği bir ceza yöntemi olarak da ölüm travmaları insanın içine tutunmaktadır. Ayrıca ölüm travmasını kendisi içinde bir koruma kalkanına çevirmiş ve bunu psikolojik bir bariyer olarak kullanan insanlar da vardır. Bu ve bunun gibi birçok travmaya tutunma nedeni ancak derin seanslar eşliğinde ortaya çıkmaktadır.

 

   Kişisel bir görüş belirtecek olursam; anne babanın evlat vefatıyla yaşamış olduğu ölüm kaynaklı travmanın uzun vadede iyileşmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü anne baba ve evlat arasında gelişen travma türünün kolay kolay unutulması mümkün değildir arada ebeveyn ve çocuk ilişkisi olduğu için. Ancak bu ilişki düzleminde bile kişilerin normal hayat sağlıklarını sürdürmelerine izin vermeyecek şekilde bu travmaların insan hayatını gasp etmesine izin vermek de doğru değildir. Annelik duyguları sağlam çalışan hiçbir kadın ve babalık duyguları sağlam çalışan hiçbir babanın evlat kaybını sindirebileceğini düşünmüyorum. Bu türden acılar unutulması mümkün olmayan acılar sınıfından. Çünkü insan doğasında en kalıcı ölüm acılarının anne baba ve evlat ilişkisi içinde gerçekleştiğini biliyoruz. Bu durumda bizim yapacağımız şey; bu acıyı tamamen iyileştirmek değil, o acının kişinin hayat sağlığını olumsuz şekilde etkilemesini minimum düzeye indirerek o insanı hayata geri döndürmektir.

 

   Ölüm kaynaklı travma acılarının birçoğu zamanla kendiliğinden iyileşmektedir ancak kişinin yukarıda da ifade ettiğimiz üzere vefat eden kişiyle ilgili hissettiği yoğun sevgi duygusu, bu travmanın derinliğini ve çapını olması gerektiği ölçünün dışına çıkarmaktadır. Sevilen bir eşin kişide bıraktığı ölüm acısı elbetteki çok yoğun ve derin olacaktır. Eşinin vefatı üzerine bir daha evlenmeyen insanlar, eşlerinin kendilerinde bırakmış olduğu ölüm acısına tutunan insanlardır. Eşi vefat ettiği için evlenmeye ihtiyacı olduğu halde evlenmeyen bir hanımdan şunu duymuştum: “o öyle bir insandı ki onun üzerine evlilik konuşmak benim vicdan azabı çekmeme neden oluyor.” Bu gibi durumlarda kişiler sevilen kişiyle ilgi ve alakalarını sürdürebilmek için çektikleri acıya tutunurlar. Bu onlar için sevginin, birlikteliğin, mutluluğun hala devam ettiği anlamına gelmektedir, her ne kadar o acıyı hala taptaze yaşasalar da! Bu durumdaki insanlar ölüm kaynaklı çektikleri o acıyı kaybetmeyi, o acının kendilerinde iyileşmesini, o acıyı unutmayı ölmüş olan o sevilen kişiye bir nevi ihanet olarak içlerinde kodladıkları için, ölüm travmasından iyileşme de doğal olarak gerçekleşmez. Kişisel gözlemlerim bu türden bir kayıp yaşamış insanların çektikleri acıyı yaşama gücüne çevirdikleri yönünde, ki bu durum bana hep hayret verici gelmiştir. Acının yaşama gücüne dönüşmesi!

 

   Hayatın normal akışı içinde doğal olan davranış; ölünün arkasından gerektiği kadar yas tutup hayatın olağan akışına yeniden karışabilmektir. Neticede hayat devam etmektedir ve insan doğasına bahşedilmiş en büyük nimetlerden birisi de unutmak nimetidir. Bu nimetten gerektiği gibi istifade etmediğimizde ne hayata uyum sağlayabiliriz ne de hayat bize uyum sağlayabilir. Netice itibariyle ölümün bir son olmadığına, kaybettiğimiz sevdiklerimize istemesek de kavuşacağımıza, ayrılığın ebedi olmadığına ve gidenlerin arkasından bizim de gidecek olduğumuza, ölümün Allah tarafından bir hayat imtihanı olarak yaratıldığına inanmamızı emreden bir dine mensubuz. Ölümü nasıl karşılamamız gerektiğine dair dinimiz bize inanılmaz güzel ölçüler ve kıstaslar vermiştir. Bunlardan azami derecede istifade etmemiz ve ölüm acılarını daha makul ve olabildiğince doğal karşılamamız gerekir. Allaha imanı olan insanların, kadere imanı olan insanların ölüm travmaları karşısında yıkılmayarak ayakta dimdik durduklarına da çok şahit olmuş birisi olarak ifade etmeliyim ki; bütün sorun aslında bizim ölümü bir son olarak gören bakış açımızda. Ölüm bir son değil başka türden yeniden bir başlayıştır.