Manevi Rehberlik

   Psikoloji eğitimine başladığım ilk yıllarda yeni yeni gelişmeye başlayan manevi rehberlik dalının, ülkemizdeki bir dizi muhafazakâr psikiyatristlerce başlatıldığını ve geliştirildiğini hatırlıyorum, ki bu da nerdeyse 2005 yılları civarındaydı. Takip eden yıllar boyunca bu dal yavaş yavaş ama istikrarlı bir şekilde gelişerek bugünkü geldiği noktaya ulaştı. Adım gibi eminim ki çok kısa süre içinde başka alt dallara ayrılarak kendi alanını ve sahasını oluşturmaya başlayacak. Çünkü gelişen teknolojiyle birlikte insanların manevi yönleri zarar gördükçe doğal olarak insanlık psikososyal yönden nefeslenebilmek için, yeni arayışlara girmek zorunda. Ki olan da aslında kısaca bu.

 

   Manevi rehberlikle ilgili her geçen gün artan bir talep var ve açıkçası insanların da doğru bir manevi rehberliğe gerçekten de ihtiyaçları var. Kişisel görüşüm; insanların dijital çağda yaşamaktan kaynaklı oluşan ağır problemlerine psikolojinin artık yeterince cevap veremediği yönünde. Mevcut psikoloji bilimine talep hala devam etmekle birlikte, insanları artık tatmin etmediği de bir gerçek. İnsanlar daha sıcak, daha insancıl, daha samimi, daha kendi içlerinden olan görüşlere ve ekollere daima daha meyilli olmuşlardır.

 

   Kişisel bir görüş belirtmem gerekecek olursa; psikoloji biliminin insana bakış açısında çok büyük sorunların olduğunu düşünüyorum. Bununla ilgili ilk şoku, derslere ilk girdiğimde ve ders kitaplarını merakla yutarcasına okuduğum zamanlarda yaşamıştım. Psikoloji bilimine aşık bir insan olarak psikolojinin insana bu bakış açısı karşısında resmen afalladım diyebilirim. Aynı durum sosyoloji bilimi için de geçerli. Hatta diyebilirim ki; sosyolojinin insana bakış açısı psikolojinin bakış açısından daha da büyük problemler içeriyor. Bu iki bilim dalı beni insanla ve insan toplumlarıyla ilgili görüşleri konusunda adeta dumura uğrattı diyebilirim. Senelerce psikoloji, sosyoloji ve felsefe kitaplarına gömülü yaşayan biri olarak şunu ifade edebilirim ki, alanlara ait kitapları ne kadar okursam okuyayım dumura uğrama durumum hiç değişmedi. Bugün hala alanlara ait hangi kitabı alıp okursam okuyayım, insana bakış açısındaki sorunlu görüşün hiç değişmediğini gözlemliyorum. Felsefenin, psikolojinin ve sosyolojinin insana bakış açısı çok ciddi bir şekilde sorunludur. İnsanı algılama, değerlendirme ve çözümleme yöntemleri de sorunludur. Bu nedenle bu alanlarda bir sürü gelişme olduğu halde insanlığın faydasına elle tutulur bir katkıları ne yazık ki yok. Belki benim bu sorunlu olduğunu ifade ettiğim bakış açılarını bu kadar sorunlu görmemin ana nedeni; psikoloji bölümünü okumadan önce tasavvuf üzerinden insanı tanımak bilmek ve öğrenmektir. Dinin insana baktığı o yüce bakış açısını ve neden insana bu kadar yüce bir değer verildiği konularını gençlik yıllarından itibaren tahsil etmiş olmamdır. İslam’ın insana verdiği değerin gölgesini bile şu ana kadar ne felsefede ne psikolojide ne de sosyoloji de bulabildim. Kendimi bildim bileli bu alanlarda okumalar ve araştırmalar yapıyorum. Bu alanların görüşlerine göre; insan doğuştan kötücül, sorunlu ve kontrol altında tutulması gereken zararlı bir varlık. Ben bu görüşü asla ama asla kabul etmiyorum ve etmeyeceğim de. Bunu kabul ederek kendi türüme ihanet etmeme izin vermediği için Allah’ a ne kadar hamd etsem ne kadar şükretsem azdır. Ve yine Allah’a şükrediyorum ve hamd ediyorum, çünkü öncelikli olarak insanla ilgili gerçek ve tutarlı bilgilerden oluşan İslam’ın insana bakış açısını öğrendim, ardından insanı sorunlu bir varlık olarak gören psikoloji ve sosyoloji gibi bilim dallarını öğrenerek aradaki muazzam farkın ne kadar korkunç olduğunu anladım. Önce doğru bilgileri öğrenmeseydim kendi türümle ilgili olarak az kalsın fitneye kapılacaktım.

 

   Kişisel kariyerim boyunca insana daima İslam gözlüğü ile baktım. İslam’a göre insan ya iyidir ya da kötüdür. Kötü olanlar da sırf günah işleyenler değildir. İyiler de günah işler, hataya düşer. Günahkâr olmak başkadır kötü bir insan olmak başkadır. İslam’ın insana baktığı gözlükle insana baktığım zaman bir Hıristiyan, Yahudi, ateist ya da farklı inançtan birini kendimle eşit görüyorum. İman eden birisi olarak ne onlara karşı üstünlük taslayabilirim ne de dini kendi tekelimde tutabilirim. Zira İslam; yarın bir gün (Allah muhafaza ama) benim yoldan çıkabilecek olduğumu ve bazı kulları eğer imansız diye küçük görürsem (haşa) Allah katında benden daha makbul kullar olabileceğiyle ilgili tehdit ederek imanımla kibirlenmeyi bana yasaklar. Bu nedenle benim için önemli olan tek şey insanın insan olmasıdır, hangi dine ya da inanca inandığı benim meselem değil. İslam’ın rahmet ve güzellik gibi bir kuşatıcılığı varken neden bu çerçevenin dışında kendime Müslüman diyeyim ki? İslam’ın bu rahmet yönüne aşık olduğum için, insanı doğuştan kötü kabul eden, insanın kontrol altında tutulması gereken bir tür olduğuna inanan hangi inanç sistemi olursa olsun tepeden tırnağa karşıyım. İslam insanı yüceltir, günahkâr ve kötülük yapanlara da tevbe etmelerini emreder. Çünkü Allah; tevbe edenleri çok sevdiğini buyurmaktadır. Ama pozitivizm şemsiyesi altındaki bilim dallarının, insana karşı sorunlu bakış açısı yüzünden, insanın iyicil yönlerine asla değinilmez. Bazen felsefenin, sosyolojinin ve psikolojinin kurucu babalarının insan ve insanlıkla ilgili görüşlerini okuduğum zaman şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum ve kendi kendime diyorum ki; “acaba bunlar uzaydan mı geldiler?” Yani bu insanlar insanla ve insanlıkla ilgili bu görüşleri elde edene kadar yeryüzünde tek bir iyi insana da mı denk gelmemişler de insanı kötücül bir varlık olarak görüyorlar, insanı doğuştan sorunlu ve kötü olarak kabul ediyorlar? Daha sonra yaptığım araştırmalarda tabi ki bu bakış açısının bilinçli bir şekilde binlerce yıldır yaşatılarak günümüze aktarıldığını keşfettim.

 

   Konuyla ilgili nihai görüşümü toparlayarak şöyle ifade etmek istiyorum. Ben insanın sorunlu bir varlık olarak yaratıldığına, kötücül olduğuna ve varlığının gezegende kontrol altında tutulması gerektiğine inanmayan birisiyim. Tam tersi insanın yaratılmış olan en yüce ve kamil varlık olduğuna, imtihan dünyası denen bu yerde şeytan denen kadim bir kötülük gücüyle aynı gezegeni paylaşmaktan kaynaklanan sorunlarla insanın baş etmesi gerektiği için bazen zorlandığına, hayat ve kader dediğimiz bir ilahi sistemin hepimize bir şekilde imtihanlardan pay ayırdığına, bu imtihanlar başımıza geldiğinde de bazen sendeyeleyebileceğimize, problemli insan değil ihmal edildiği için acı çeken insanların var olduğuna, iyiliğin kötülüğe daima galip geldiğine, insanlığın yaratıcısı tarafından meleklere karşı övünülen bir varlık olduğuna ve yaratılmış en mükemmel varlık olmak yönüyle de meleklerden bile daha üstün bir statüye sahip olduğuna ama kötülük konusunda şeytanın vesveseleriyle nefsine hakim olamayanların da Kur’an’ın ifadesiyle hayvandan bile aşağı olduğuna, insanın içindeki iyilikler beslendiği zaman kemalat derecesine ulaştığına, herkesin bir şekilde günahkar olduğuna ama tevbe ile bunların temizlenebildiğine, insanın sevgiden yaratıldığına, sevgiye muhtaç ve mahkum bir varlık olduğuna inanıyorum. Ben insanlığı seviyorum, hatalarıyla günahlarıyla. Oldukları gibi kabul ediyorum ve oldukları gibi seviyorum. Kimseyi değiştirmekle uğraşmıyorum. Çünkü işim bu değil. İnsanlığı Allah yarattığı için insanlığı seviyorum. Allah sevmiş yaratmış ben nasıl ayırt edebilirim ve ayrıştırabilirim ki? “İnsan Allah’ın tecelli aynası iken nasıl değersiz, kıymetsiz ve kötücül olabilir? Bu düşünceyi kabul etmek insanın dinle bağını bıçakla keser gibi keser!”

 

   Eğitimlerimde ve seanslarımda insanların aklına ve vicdanına hitap etmeyi seven bir yaklaşım izliyorum. Onların göremediği ve kör noktalarda kalmış olan meselelerin, en iyi akıl ve vicdan ile anlaşılabildiğini senelerdir bu alanda çalışan birisi olarak yıllar önce keşfettim. İnsanlar karşıma geldiğinde konuyla ilgili cahil ya da aciz olarak gelmiyorlar. “Ben yıllardır bu işin içinde olan biri olarak bana danışan insanların hemen hemen hepsinin, bana getirdikleri meseleleri zaten bana gelmeden önce en doğru şekilde kendi içinde analiz ederek bir şekilde çözmüş olarak geldiklerini gördüm.” Onların ihtiyaç duydukları şey ikinci bir bakış açısı ve daha derin bir perspektif. En çok da konuşmaya ve birisinin onları dinlemesine ihtiyaç duyuyorlar. Bununla birlikte insanların sorunlarına ve çözümlerine bir şekilde dini bakış açısını da dahil ederek meseleye kendilerince bir kavrayış getirdiklerini gördüğümden beridir, insanlara yardımcı olabilmek için salt bilimsel bir bakış açısının değil daha derin bir anlayış ve idrak durumunun gerekli olduğunu anladım. Bu yüzden insanların dini ve vicdani hassasiyetlerine titizlikle yaklaşıyorum. Dayatıcı bir yöntem ya da üslup kullanmayı sevmem. Kişinin aklına ve vicdanına hitap edebilecek uyum frekansını yakaladığınız zaman, meseleler zaten kendiliğinden yavaş yavaş çözülüyor.

 

   Bunlara ilave olarak şunu da ifade etmeliyim ki; Anadolu insanının tarihi genetiğinde nerden bakarsanız bakın neredeyse 1000 yıllık bir İslam medeniyetinin nuru ve enerjisi var. Ben fakültede iken konuyla ilgili ilk şokumu şununla yaşamıştım. Bilim olarak evet psikolojiyi sevmeme rağmen bazı şeyler kafama tam yatmıyordu. Arkadaşlarımla bir kantin sohbetinde şunu dediğimi hatırlıyorum: “psikoloji okurken Yahudi gibi düşünüyoruz Müslüman gibi inanıyoruz.” Bunu dememin nedeni kurucu babaların Yahudi olmasından daha ziyade, Yahudilik düşüncesi üzerinde psikoloji bilimini inşa ederek yükseltmiş olmalarıydı. Aynı durum sosyolojide ve felsefede de mevcut. Ardından takip eden günler boyunca çok düşündüm ve kendi kendime şöyle bir noktaya geldim: “Biz Anadolu insanı olarak psikoloji biliminin insana bakış açısını asla kabul edemeyiz. Çünkü medeniyet tarihimizde bunun ispat edilir bir delili hiç yok ve genetiğimiz, medeniyetimiz ve İslam tarihi köklerimiz buna bir kere engel. Bir şekilde insanı sorunlu ve doğuştan kötücül kabul eden bir bilim dalının insanın sorunlarını çözebileceğine asla inanmıyorum. Bu perspektif Anadolu insanının problemlerini çözemez ki zaten dip köşe bağımsız bir araştırma yapılacak olsa, çözümlenemediğini de anlarız. Zaten az çok sorunlarımız çözülmüş olsaydı, toplumda mikro ve makro ölçekte bu kadar sorun olur muydu hiç? Sorunlarımız azalacak yerde her geçen gün katlanarak artıyor üstelik.”

 

   Ayrıca insanlar sözde ne kadar cahil gözükürlerse gözüksünler, sahip oldukları “toplumsal temel dini inanç sistemi üzerinden enerjetik olarak kendi düşünce ve inanç sistemlerine aykırı olan bir yorumu, değerlendirmeyi ve çareyi” hemen tanıyorlar. Bu açıdan bakıldığında hiçbir insanı cahil kabul etmek mümkün değil. Bir psikolog olarak mesela Anadolu insanın tarihi medeniyet genetiğine aykırı bir yorumda bulunun o insan bir daha size tedavi için gelmez. Ben bunun hikayelerini kendi danışanlarımdan çok dinledim. Anadolu insanı inanç sistemi üzerinden dinlerine o kadar bağlıdır ki bunlar atasözlerine dönüşerek toplumsal hayatın atomlarına kadar sinmiştir. O nedenle Anadolu insanına yönelik olarak sırf Türkiye’ye özgü bir psikoloji ve sosyoloji bilimi geliştirilmesi gerektiğine dair iyiden iyiye inanmaya başladım. Bir danışanım beni sınamıştı. Uzun müddet seanslara devam ettikten sonra bana çok ünlü bazı psikiyatrlara gittiğini, avuç dolusu para döktüğünü ve hiç saygı görmediğini ifade edince şaşırdım. “Neden böyle düşünüyorsunuz?” dediğimde verdiği cevap karşısında çarpılmışa döndüm. Bana şöyle demişti: “ben hasta falan değilim, sorunumun ne olduğunu da biliyorum. Bunu o kadar çok araştırdım ki belki o doktorların bile bu konuda benim kadar bilgisi yoktur. Sorduğum sorulara doyurucu cevaplar alamıyordum. Ama isim yaptıkları için bana yardımcı olabileceklerini düşündüm. Sorunumu çözmelerini istemedim onlardan, bana ne kadar yardımcı olacaklarını anlamaya çalıştım ve bunu bana gösterdikleri saygıyla ölçtüm. Allah aşkına bana söyler misiniz 14 yılımı verdiğim bir sorunu nasıl olur da 20 dakikada çözmeye kalkarsınız? İnsan o kadar basit bir varlık mı?” bu cevap karşısında içimde tuttuğum düşüncemi bir kere daha raftan indirdim ve şöyle düşündüm: “ne olursa olsun neticede bu bir danışan yorumuydu ancak; bana derin bir bakış açısı verdi. Gerçekten de bir insanın 14 senesine mal olmuş bir sorun haftada 20 dakikada ne kadar çözülür, insan bu kadar basit mi? İnsan bu kadar değersiz mi?” Kapitalist sistem insanın acıları da alınıp satılır bir hale getirdiği içindir ki sorunlarımızı ne doğru şekilde anlayabiliyoruz ne de doğru yöntemlerle çözebiliyoruz.

 

   Belirtmek istediğim önemli bir konu daha var. Psikoloji bölümünden mezun olana kadar öğrendiklerimin doğruluğuyla ilgili açık konuşmak gerekirse her zaman içimde bir şüphe oldu. İnsana gelişmiş biyolojik bir makine gözüyle bakan bir bilim dalını çok da sindirebildiğimi söyleyemem. Uzun bir müddet mesleğimi yapmakla ilgili sırf bu yüzden geri çekildim, hem de bayağı bir uzun müddet! Psikoloji bilimiyle ilgili kafamda birçok taş yerinden oynamıştı ancak yine de mesleğimi çevreme karşı yapmaya devam ettim. Çünkü çevremdeki insanlar benden yardım istiyordu ve ben de buna elbette kayıtsız kalamazdım. Bu çevreme yardımcı olma durumu uzun bir dönemi kapsadı. Tam da bu dönemde bir şey aşırı derecede dikkatimi çekmeye başladı. Evet fakültelerde bilgi bilim yöntem o kadar çok olmasına rağmen, psikoloji biliminin halktan kopuk politikacılar gibi ayaklarının aslında çok da yere basmadığını ve insanın gerçek psikolojisinden kopuk olduğunu keşfettim. Bu da beni gerçek insan psikolojisini anlamaya ve yeniden kendi içimde bir bilim sistemi kurmaya sevk etti. Çok sayıda insanla ve ailelerle çalıştım ve kendimi alanla ilgili okumaya verdim, yerli ve yabancı kaynakları taradım. Sürekli inceledim, araştırdım ve okudum. Bütün bunlara ilaveten yeniden bir tasavvuf okumasına daha giriştim. Ve hayatı içinden okumayı öğrendim. Kapitalist sistemin insanlığa dayatmış olduğu, çoğu varsayım ve teoriden ibaret olan ve kapitalist sistemin sadece işlevselliğini devam ettirmeye yarayan, insana gereken faydayı sağlamayan bu bilim görüşlerinin insanlık olarak işimize yaradığını artık düşünmüyorum. Eskiden de yaramıyordu ya neyse. İnsanlığı kontrol altında tutmak için geliştirilmiş makro ve mikro düzeydeki bilim dallarına, insanlığın artık hiçbir şekilde ihtiyacının kalmadığını düşünüyorum. İnsanlığın kendi türünü gezegende yaşatabilmek için daha insancıl daha işlevsel ve insanlığa hizmet edecek olan yeni türden bir akademik yapılanmaya ihtiyaç var; insanı önemseyen, değerli bulan, insanı cevher olarak kabul eden ve insanın acılarına saygılı olan! Çalıştığım alanların zorluğundan yola çıkarak bugün şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki psikoloji ve sosyoloji, günümüz insanlarının dertlerini, problemlerini ve sorunlarını gerçekten çözmekten son derece uzak. Hem insana karşı olan kusurlu bakış açısı yüzünden, hem dijital çağın insanının ihtiyaçlarını artık karşılayamadığı için hem de insanlık artık kendisine yeni bir yol arayışı içine girdiği için. Psikolojik olarak patlamak üzere olan insanlık artık sosyolojik olarak da patlamak üzere çünkü. Bu nedenle kişisel düşüncem, Anadolu insanına has yeni bir psikososyal ilim dalları kurmamız gerektiği yönünde. Bizim insanımız bu iyiliği hak ediyor ve ülkemizde bunu yapacak donanımda bir sürü kıymetli insan var. Manevi rehberlik alanı da bu hizmetin bir ayağını oluşturuyor gibi şekillenmeye devam ediyor.

 

   Kısaca toparlayacak olursam; insana saygılı, insana değer veren, insanlığı seven, insanlığı yüce ve iyicil olarak kabul eden, hiç kimseyi ayrıştırmayan, merhamet ve şefkat odaklı bir yaklaşım benimseyen, insanın acılarına ve kederlerine saygı duyan, kişilerin kendilerine ve yaşam tercihlerine odaklanmak yerine danıştığı konuya odaklanan, samimi, dürüst, olabildiğince paylaşımcı, kınamaktan ve yermekten uzak, insanın başına her türlü şeyin gelebileceğine inanarak kişiye yardım etmeyi bir insanlık vazifesi olarak gören… kendime göre tasarladığım bir ekolüm var ve danışanlarıma kendi kurduğum bu sisteme göre hizmet veriyorum.